Askerlik yaptığı sırada bacağını kaybeden Ersin Şen’in hayat hikayesini Aydınlık Gazetesi yazarlarından Koray Gürbüz kaleme aldı.
Röportajın bir bölümü;
“1972, İzmir/Torbalı doğumluyum. Torbalı’da büyüdüm. Babam aslen Sivaslı ama 1965 yılında İzmir’e gelmiş ve annemle evlenmiş. Üç kardeşiz ve en ufakları benim. Babam, halk arasında “ormancı” olarak adlandırılan “Orman Muhafaza Memuruydu.” Eskiden köylerde “ormancı” olmak çok önemliydi hatta bunun şöyle bir hikâyesi var:
Köyde yaşlı bir adam gence sormuş:
“-Eeee ne okudun sen? Ne oldun şimdi?”
Genç de:
“-Makina mühendisi emmi…” demiş.
Yaşlı adam hüzünlü bir ifadeyle:
“-Accık daha okuyaydın da orman memuru olaydın ya be oğlum…” deyivermiş.
Babamın mesleğinden dolayı hep köylerde ve ormanda büyüdüm. Köy hayatını ve ormanları hala çok seviyorum; şehir yaşantısına ve kalabalığa alışamadım. Ama doğup büyüdüğüm Torbalı da çok büyük bir yer haline geldi. 1983 yılında, ben 11 yaşındayken, Bayındır’ın “Canlı” köyüne göçtük. Sanayisi olmayan bir yerdi. Çocukluğum da gençliğim de orada orman işleriyle geçti.
Eskiden ismi gibi canlı bir köydü ama şimdi ekonomik nedenlerden dolayı herkes büyük şehirlere göç etti. İlkokulu, ortaokulu köyde okudum. Lise için Bayındır’dan Torbalı’ya gidiyorduk; mesafe yaklaşık 25 kilometreydi. Her gün trenle okula gidip geliyorduk.
Üçkardeş de çalışır kendi harçlığımızı kendimiz çıkarırdık. Ben hem ormanda yevmiyeci olarak çalışırdım hem de okula giderdim. Orman vasfını yitirecek alanın, orman vasfının korunması için gençleştirme denilen işlem yapılırdı.
Yani yaşlı ormanda devasa şekilde büyümüş ağaçlar alttan gelen genç ağaçların büyümesine engel olur ve onları zayıflatır. Yaşlı ağaçlar kesilerek bu genç ağaçların güneş görmesi sağlanır ve orman gençleştirilirdi.
Ağır bir işti. Sonra tomruk istifi de yapardım. Bir çocuk için zor bir işti ama yapacak başka bir iş yoktu. Okul harçlığımı kazanmak zorundaydım çünkü babamın memur maaşı yetmiyordu, çok da paramız yoktu. Yani ekmeğimizi taştan çıkarırdık. Üç kardeş can ciğer geçinirdik
OĞLUMA DÜĞÜN YAPARKEN, ANNEMİ KAYBETTİM
Annem dünya güzeli bir insandı, çok düşkündüm ona. Yokluk içinde kahrımızı çok çekti, kimsenin kalbinin kırılmasını istemezdi. 2008 yılında vefat etti. Hayatım boyunca başıma gelen en kötü şeydi annemi kaybetmek.
Safrasında taş vardı, onunla ilgili ameliyat olacaktı ama doktor kalbini kontrol edince damarlarının tıkalı olduğunu anlayıp bypass ameliyatına karar verdi. Bir süre sonra da düzeldi.
29 Haziran 2008, Pazar günü oğlumun sünnet düğününü yapacaktık. Cumartesi’yi pazar gününe bağlayan gece annem fenalaşmış ve babam almış hastaneye götürmüş. Fakat daha içeri giremeden hastanenin kapısında vefat etmiş. Ertesi gün de bizim sünnet düğünümüz var. Benim hiçbir şeyden haberim yok.
Babam doktorlara yalvarmış: “Torunumun sünneti var. Kimseye söylemeyin, oğlumun hiç haberi olmasın!” demiş. Sabah annemin hasta olduğunu ve hastanede olduğunu öğrenince hemen hastaneye gittim. Doktor “Anneniz yoğun bakımda ve makineye bağlı!” dedi ve aklıma kötü bir şey gelmedi. Sonra babam geldi ve “Şu an yapacak bir şey yok. İnşallah iyileşir. Biz gidip düğünümüzü yapalım!” dedi. Biz de düğün salonuna gittik. Akşam bir yandan yemek yeniliyor, bir yandan gelenler karşılanıyor, birileri oynuyordu.
Bu arada dayımın çocukları annemin vefat ettiğini bir şekilde hastaneden öğrenmişler ve beni arayıp “Yapacak bir şey yok, şimdi düğünümüzü yapalım. Yarın halamı defnederiz!” deyince bulunduğum yere yığıldım kaldım. Anons yapıldı. Düğün dağıtıldı. Ertesi gün annemi defnettik. O günü asla unutamam.
DOKUZ SENE ÖMÜR GİBİ GELİRDİ BANA
Köyümüzün tren istasyonu çok meşhurdur; herkes oraya gelir oradan dağılırdı. Millet; eğlencesini, uğurlamasını, gelmesini, gitmesini hep oradan yapardı. Bizim evimiz tren istasyonunun yanında olduğu için hepsine şahit olurduk.
Ama herhalde en görkemlisi asker uğurlamaları olurdu. Oraya davul zurnayla gelinir, kimi ağlaşır, kimi güler, oyunlar oynanırdı. Ben de çok özenirdim. Hiç unutmam askere gitmeme daha 9 sene vardı ama “ben de böyle eğlence yapacağım” derdim içimden. Dokuz sene sonunda geldi, geçti. Fakat askerliğimi tecil ettirdiğim için devre kaybı olarak askere gittim ve asker uğurlaması yapılmadı bana. Askerden üç gün önce gittim saçlarımı üç numaraya vurdurdum. Annem o halimi görünce çok ağlamıştı.
ÖĞLENE KADAR ÇALIŞTIM, ÖĞLEDEN SONRA ASKERE GİTTİM
Askere gideceğim gün öğlene kadar çalıştım, işi bıraktım, öğleden sonra trene bindim. O güne kadar ailemden hiç ayrılmamıştım. Babam daha rahattı anneme göre. Giderken çok duygulanmıştım.
ISPARTA YÜZÜNDEN 22 SENEDİR KABAK YEMEDİM
Isparta’da 40. Piyade Alayında 70 gün acemi eğitimi aldım. Havancıydım. İzmir’de büyüyen biri için Isparta çok soğuktu ve çok etkilenmiştim. İzmir’den bir ceket, bir gömlekle yola çıkmıştım, Kasım ayıydı. Isparta’ya indiğimde hava buz gibiydi. Soğuğa alışık değildim. Küçük bir sabahçı kahvesine girip sobanın yanına oturup bir çay söyledim. Tam ısımdım derken kahveci gelip sırada başkaları var, çayın bittiyse kenara çekil de yeni gelenler sobanın yanında otursun dedi. Yeni gelen oldukça git gide sobadan uzaklaşıyordum. Oradan birliğe gittim, birliğin her tarafı kar kaplıydı. Hayatımda ilk kez kar görmüştüm.
Acemilikte eğitimlerden fazla etkilenmedim ama soğuk çok etkiledi beni. Isparta tam bir eğitim cennetiydi. Gerçi cennet mi diyeyim, cehennem mi diyeyim bilemedim şimdi. Askerlik dediğin zaman eğitim geliyor insanın aklına. Bir gün içtimada kan ihtiyacı olduğunu söylediler ve kan verenlere bir gün eğitim olmayacak dediler. Ben de eğitimden kaçmak için ömrümde ilk defa kan vermeye gittim. Çikolata verdiler, meyve suyu verdiler. Biz koğuşlara gidip yatacağız diye düşünürken bizi tekrar eğitime götürdüler
Yemekhanede çalışan ertesi gün akşama kadar yatıyor dediler. Ben de yemekhaneye gittim, bir koca kamyon kabak getirdiler kabuklarını soymamız için. Yedi bin kişiyiz! Ellerim su topladı. O günden sonra hiç kabak yemedim.
Usta Birliğin Neresiydi?
Isparta’dan Şırnak, Silopi Kahraman Çalışkan Taburuna gittim. Kurayla seçildik. Alay numaram 572’ydi. On gün dağıtım iznine geldim memlekete. Akşamdı köye indiğimde. Ağabeyim kahvede karşıladı beni. Annem çok ağlayamaz normalde, içine ağlardı. Gözlerinden belli olurdu. O gün çok ağlamıştı. Ben zaten güneydoğuya gitmeyi istiyordum. Hiç pişman değilim. Yaralandığımda da hiç pişman olmadım. Her şerde bir hayır arayacaksın.
İNSAN O KADAR ÇARESİZ HİSSEDİYOR Kİ!
Otobüsle direkt Diyarbakır’a, oradan konvoyla Şırnak’a, oradan taburumuza gittik ve aynı gün bizi timlere ayırdılar. Koğuşlar prefabrikti ve kampetlerde yatıyorduk. Aynı timde, Hakan isimli, İstanbullu bir arkadaşım vardı. Onunla bize her şey film gibi geliyordu. Akşam oldu yattık. Hakan’la daha olayın ciddiyetinin farkında değiliz. Tam karşımızda Cudi Dağı vardı. Tam uykuya dalıyorduk ki obüslerin ateşiyle uyandık. Hiçbir şeyden haberimiz yok, her yer zifiri karanlık, ne yapacağımızı bilmiyoruz.. Sonra tecrübeli askerler panik yapmayın diye uyardılar.
Ne yapacağını bilmeyince insan o kadar çaresiz hissediyor ki anlatamam. Sabah hiçbir şey olmamış gibi uyandık. Tim komutanımız Balıkesirli Metin Bayraktar’dı. Ona havancı olduğumu söyledim. Bundan sonra sen MG3’cüsün dedi. Üç, beş gün eğitim yaptık ve MG3 öğrendim.
Halkla Aranız Nasıldı?
Her şeyden önce coğrafyası çok farklıydı, her taraf dağ, taş. Orman yok derecek kadar az. Sadece bir defa çarşıya çıktım. Onda da 1 liralık şeyi 10 liraya aldım, yani kazıklandım. Bütün bakkallar aralarında anlaşmış gibi fiyatlar her yerde aynıydı. Orada her şey para… Vatandaş, asker elbisesini görünce gözünde para işareti oluşuyordu. Beş yaşındaki çocuklar bile askere bir şey satmaya çalışıyordu.
DEVLET ASIL BİZE BAKMIYOR!
Birliğimiz Kuzey Irak ve Habur sınır kapısının yanındaydı. Halkın geçim kaynağı kaçakçılıktı. Batıdaki halkla karşılaştırdığımda insanların çalışmadan para kazanmak istediklerini düşünüyordum. Bunun en kolay yolu da, sınır yakın olduğu için, kaçıkçılıktı. Bölgede kaçakçı çoktu ama şimdiki gibi ellerini kollarını sallaya sallaya giremiyorlardı, çekiniyorlardı. Sınır kontrolü çok daha sıkıydı. Çay, sigara, mazot, silah kaçakçılığı yaparlardı.
Benim gördüğüm yerlerin halkı, batıdakilere göre çok daha zengindi. Her evde araba vardı. Çalışkan Taburu vardı, ismini Çalışkan köyünden almış. Köyle aramız iki kilometreydi. O köyde her evin arabası, traktörü vardı mesela. Bu köylerde fatura yoktu, vergi yoktu. Ama batıda devlet nerdeyse aldığın nefesten vergi alıyor! Bir de diyorlar ki “devlet bize bakmıyor”. Devlet, asıl bize bakmıyor!
Görevler Çok muydu?
Bölgeye hâkim yerlerde nöbet tutardık. Tepeleri hiç boş bırakmazdık. Bir tim dönerken, diğeri yerine giderdi. Zaten boş bırakmaya da gelmiyordu. Bir gün boş bıraksan ya mayın döşerler ya da pusu atarlardı. Üç gün kaldığımız da oluyordu, on gün kaldığımız da. On gün boyunca hep gözetleme yapıp belli bölgelere pusu atardık. Bölge, geçiş bölgesi olduğu için kritik bir yerdi. Beş kilometre karşımızda Siyahkaya Karakolu vardı.
İLK DEFA ORADA BİTLENDİM
Dağları çok kuruydu, bu yüzden çok susuz kaldık. On beş günde bir yıkana bilirsek çok mutlu olurduk. Ben oraya gidene kadar bit görmemiştim. Beyaz kocaman toprak bitlerini görünce şok oldum. Onlarla hiç baş edemiyorduk. Ayda bir, tüm elbiselerimizi yakıp yenisini giyerdik ama nafile. Özellikle dikiş aralarında çok olurdu. Hamam Boğazı diye bir yer vardı. Orada akan su zamanla kayaları üst üste delmiş. Havuz gibi yapmış. Oraya on beş günde bir banyo için giderdik. Onda da iki defa sıcak çatışmaya girince banyo keyfimiz de kaçmıştı.
KORKUDAN TETİĞE BASAMADIM
İlk çatışmamı da Hamam Boğazı dediğim yerde yaşadım. Uzaktan taciz ateşi açmışlardı. Heyecandan silaha bile dokunamadım. Mevziye yatıp tetiğe basmaya çalıştım ama kafamı kaldıramadım. Can başka bir şeye benzemiyor. Sonra alışıyorsun, sıkıntı olmuyor ama ilki çok zordu. İlkinden sonra çok umursamıyorsun, silahın normal bir uzantın haline geliyor.
Bir gün pusu yerine giderken, emniyet için bir timi yüksek bir tepeye bırakıp ileri doğru devam ettik. Nasıl olsa tepede arkadaşlarımız var diye rahat hareket ederken birdenbire arkamızdan, arkadaşlarımızın olduğu tepeden, bize doğru ateş gelmeye başladı. Kendimizi zor yere attık. Arkadaşlarımızdan biri korkmuş, bizi terörist sanarak ateş etmiş, yanındakiler durdurmuşlar. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Ateş eden çocuk günlerce hiç konuşmadı, sonra tedavi için götürdüler ve bir daha gelmedi.
BARUT KOKUSU, KAN KOKUSU, YANIK KOKUSU…
Gün doğarken Diyarbakır’dan operasyon için gelecek askerlerin yol emniyetini almak için çıktık. Hamam Boğazı’na kadar geldik. Tim ikiye bölündü; yarısı yolun bir tarafına, yarısı karşı tarafa geçecekti. Uzman çavuş, ben, iki yardımcı, bir sıhhiye ayrılıp yolun karşı tarafına geçmek için patikadan aşağı indik. Dere yatağında elimizi yüzümüzü yıkadık, suyumuzu içtik, mataralarımızı doldurduk.
Rampa yukarı önde uzman çavuşumuz arkasında ben koşar adım çıkıyorduk. Elimde MG3 ve onun mayonları vardı. Sadece o bile 20 kiloydu ve sırt çantamda da bayağı bir yüküm vardı. On adım falan attım ayağım kayarak geri geri geldim. Kayarken bacaklarımın arasından yeri görebiliyordum. Bir tümsek gördüm, ona basarsam duracağımı hesapladım. İçimden durmam lazım dedim; o tümseğe bastım ve havaya uçtum. Yuvarlanarak dereye indim. Patlama ile birlikte havadaki barut kokusu, kan kokusu ve yanık kokusu birbirine karıştı. Aylarca patlamanın kokusu burnumdan gitmedi.
ARKADAŞLARIM BANA YARDIM EDERKEN YARALANDI
Uzman çavuşumuz ayağımın koptuğunu görmüş. Hemen gelip üzerime çıktı. Ayağımı göstermedi bana. Ben kalkmaya çalışıyordum fakat o engelliyordu. Yanımdaki arkadaşlar da havan yedik zannedip dağılmışlar. Şoktan kimse kimseye yardım edemiyordu. Bir eğildim kan gölünün içindeyim. Sonra ayağımı gördüm. Mustafa Çalışkan, Mustafa Danacı, Hakan Öner adlı üç arkadaşım sesi duyunca bize doğru koşarak geliyorlardı.
Uzman çavuş “Mayın var, gelmeyin!” diye bağırdı ama onlar dinlemedi. Tepeye çıkarken beş kişi geçtiğimiz yerden koşarak geliyorlardı ben de onlara bakıyordum. Birden Mustafa Danacı mayına bastı ve topuğu koptu! Arkasından gelen Hakan, Mustafa’nın bastığı şarapnel parçasıyla yaralandı. Büyük bir et parçası kopmuştu. Bütün bu olanlar 15 metre önümde oluyordu ve biraz önce aynı yerden biz geçmiştik ama hiçbir şey patlamamıştı. Telsizle yardım istedik, beklemeye başladık. Çalışkan Taburundan sıhhiye geldi ve beni kucaklayıp suyun içinden yürüyerek asfalta bıraktı. İlk başta hissetmediğim acı, zaman geçtikçe dayanılmaz hale geldi. Sonra helikopter geldi, bizi alıp Şırnak’a götürdü. Şırnak Askeri Hastanesinde aileme haber vermeyin dedim. Sonra bir uyandım akşam saat 7 olmuş.
13 GÜN AİLEME HABER VERMEDİM
Oradan Diyarbakır’a gittim. Dokuz gün orada kaldım. On üç gün boyunca eve haber verdirmedim. 13. gün evi aradım, ağabeyim çıktı. Ona “İzin aldım, eve geliyorum!” dedim. Şaşırdı, “Seni yılbaşında bekliyorduk!” dedi. Diyarbakır’dan Ankara’ya geldim, telefonda durumu ağabeyime anlattım. Annemlere sakın söyleme dedim. Ağabeyim evli ve İzmir, Bayındır’da oturuyordu. Ankara’da tanıdığı kimse de yoktu. Ben Ankara’ya gidiyorum deyince bizimkiler doğal olarak meraklanmışlar. Babam çok üstüne düşünce söylemek zorunda kalmış ama durumumu tam anlatmamış. Ben bir görüp geleyim deyip Ankara’ya geldi.
BABAMIN SAÇLARI AĞARDI
O zaman bizim evde telefon yoktu. Ben de orman işletmesini aradım, annemle telefonda konuştum. Annem bana “Oğlum, yaran diz kapağından aşağıdaymış!” deyince ağabeyim ona söyledi zannettim. “Diz kapağından aşağısı yok!” demiş bulundum. Annem o an bayılmış. Babam o sırada ormandaymış “Askerden haber geldi. Acil aşağı inecekmiş sin!” demişler. Benim babamın saçları çok siyahtı. İnanın saçları bembeyaz oldu.
31 Mayıs 1995 tarihinde yaralandım. 19 Haziran’da evdeydim.
GATA’da az kaldım. Köye gittiğimde ev çok kalabalık ve cenaze evi gibiydi.
İlk defa utandım orada. Askere gitmişim sapasağlam, döndüğümdeyse yarım… Çok zoruma gitti ve kimsenin suratına bakamadım, çok mahcup oldum. Oysa oraya gerine gerine girmem lazımdı. Ben 11. ayımda yaralandım. Keşke 18 ay tamamlayıp öyle yaralansaydım. Hala eksik askerlik yapmışım gibi hissederim.
YEDİ AY AYAĞIM TEKRAR ÇIKACAK DİYE BEKLEDİM
Ayrıca insanlar sorularıyla beni çok bunalttılar. Her gelen soru soruyordu. Tekrar tekrar herkese anlatıyordum. En ilginci de “Görmedin mi?” diye sormalarıydı.
Aynı soruyu aileme de soruyorlardı;
– Görmemiş mi?
– Görmemiş!
– Vah vah, tüh tüh…
Canım çok sıkıldı, azıcık da tek ayakla gezeyim dedim. Yedi ay değneklerle yürüdüm. Yedi ay boyunca olmayan ayağımın başparmağının kaşıntısını, olmayan bileğimin ağrısını, uyuşmasını hissettiğim için ayağımın geri geleceğini düşünüyordum! Bir ara buna ciddi ciddi inandım. Çünkü ayağım yoktu ama başparmağı kaşınıyordu! Yedinci ayın sonunda GATA’ya gittim, protezim takıldı. O an anladım ki ayağım geri gelmeyecek.
Protezlere alışmak kolay olmadı, hiç rahat değildi. Üzerimde emanet duruyordu. Yaralarım da taze olduğu için canım yanıyordu. Protez takılmadan önce Orman İşletme müdürü beni santrale almıştı. Telefonlara bakıyordum. Beş yıl orada çalıştım. Bir süre sonra oradaki sorulardan sıkıldım ve işten ayrılarak Torbalı’ya taşındım. Orada bir fabrikada işe girdim.
AYAĞIMI BAHANE EDERLERSE BANA SÖYLEMEYİN!
1998 yılında, yaşım 26 olmuştu ve evi otel gibi kullanıyordum. Babam “Bu böyle olmaz! Ölmeden seni evlendireceğim.” dedi. Babam böyle deyince ben de anneme aynı mahalleden tanıdığımız “Taksici Nuri’nin kızını isteyin. Verirlerse verirler, vermezler de ayağımı bahane ederlerse bana söylemeyin. Ben bilmeyeyim!” dedim. Çünkü ben bu korkuyu çok yaşadım.”













